SUCUL DÜNYA CANLILARINA HAMİ OLMAK
Devlet yöneticilerinin,
siyasetçilerin ve toplumun pek farkına varamadığı bir olumsuzluğu ülke olarak
balıkçılık uygulamalarında yaşamaktayız
. Türkiye’de balıkçı kesimi ekonomik açıdan göz ardı edilemeyecek bir çöküntü yaşamaktadır. Balıkçılar kendi arasında sonuçları sağlıklı olmayan farklı iki kutba ayrılmış vaziyettedir. Bir yanda sayıca az fakat üretimi yüksek olan endüstriyel balıkçı kesimi, diğer tarafta sayıca yoğun üretimi sınırlı ve ekmek parasını çıkarmaya çalışan geleneksel kıyı balıkçılığı temsilcileri. Hangi grubu temsil ederse etsinler ortada sürekli yakınan genel bir balıkçı kesimi. Nedeni ise balık avcılıklarının filo fazlalığı, kaçak ve usulsüz avcılığın önünün alınamaması nedeniyle artık ekonomik olmaktan tamamen uzaklaşmasıdır. Av mevsimleri hatalı uygulamalar sonucu kısalmıştır, piyasaya sürülen balıklar ideal pazarlama boylarının çok altında olduğu için ekonomik ederleri düşmüştür. Ülkesel boyutta balıkçı başına GSMH’ya katkı azalmıştır.
. Türkiye’de balıkçı kesimi ekonomik açıdan göz ardı edilemeyecek bir çöküntü yaşamaktadır. Balıkçılar kendi arasında sonuçları sağlıklı olmayan farklı iki kutba ayrılmış vaziyettedir. Bir yanda sayıca az fakat üretimi yüksek olan endüstriyel balıkçı kesimi, diğer tarafta sayıca yoğun üretimi sınırlı ve ekmek parasını çıkarmaya çalışan geleneksel kıyı balıkçılığı temsilcileri. Hangi grubu temsil ederse etsinler ortada sürekli yakınan genel bir balıkçı kesimi. Nedeni ise balık avcılıklarının filo fazlalığı, kaçak ve usulsüz avcılığın önünün alınamaması nedeniyle artık ekonomik olmaktan tamamen uzaklaşmasıdır. Av mevsimleri hatalı uygulamalar sonucu kısalmıştır, piyasaya sürülen balıklar ideal pazarlama boylarının çok altında olduğu için ekonomik ederleri düşmüştür. Ülkesel boyutta balıkçı başına GSMH’ya katkı azalmıştır.
Olumsuzluğun Nedenleri
Bu olumsuzluğun temel
nedenlerini belirlemeye çalıştığımızda en önemli etmenin tüm siyasi
partilerimizin özde bir balıkçılık politikasına gereksinim duymamış
olmalarıdır. Deniz bilimi, deniz biyolojisi, balıkçılık bilimi bütünselliğine
sahip tek parlamenterin bile 21. yüzyılda TBMM çatısı altında bulunmaması bunun
somut bir göstergesidir. Oysa dünyamızın diğer adı “Okyanus Gezegeni”dir ve
ülkemiz de bir yarımada konumundadır. Gözden kaçırılan bu noktayı çok geç de
olsa tüm siyasi partilerin ve liderlerinin dikkate almaları bir gerekliliktir.
Ülke olarak yapılan diğer
temel yanlışlık ise balıkçılığın tarım sektörü bünyesinde bulundurulmasıdır.
Oysa balıkçılık bağımsız bir sektördür. Nitekim üyesi olmak için kapısında
beklediğimiz AB’nin birbirlerinden bağımsız hem “Ortak Tarım Politikası” hem de
“Ortak Balıkçılık Politikası” bulunmaktadır. AB bünyesindeki Ortak Balıkçılık
Politikası 1983 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu politikanın esası hem
balıkçılığa hem de AB entegrasyonunu etkileyen yasal, politik, ekonomik, sosyal
ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonunu yaratmaktır. Bu birliğin balıkçılık
konumundaki başlıca amacı stoklarla balıkçılık arasında sürdürülebilir bir
denge kurulmasına yardımcı olmak, balıkçıların geçim kaynağının garanti altına
alınması ve geleneksel olarak balıkçılığa bağlı yörelerin canlandırılması,
balıkçılık sektöründe rekabeti yerleştirmek ve ekonomik bir iş kolu
geliştirmek, balıkçılık ve yetiştiricilik ürünlerinin teminini ve değerini
arttırmak, tüketici ve işleme sanayine kabul edilebilir fiyat ve kalitede ürün
sağlanmasıdır.
AB’nin Ortak Balıkçılık
Politikasında öncelikli olarak ön gördüğü temel husus, stoklarla balıkçılık
arasında sürdürülebilir bir dengenin sağlanmasıdır. Oysa ülkemizde
balıkçılığımızın çökmesinin temel nedeni öngörülen bu hususun uzun yıllardır
sağlanamaması olmuştur. Endüstriyel balıkçılıkta sürdürülen aşırı avcılığın
yanı sıra yasa dışı avcılık ile usulsüz avcılıklar da olumsuzluğun
katmerleşmesinin diğer bir nedenini teşkil etmiştir.
Sivil Toplum Kuruluşlarının Ortak Tavrı
Bu olumsuz gelişmeler ve
vahşi avcılık özellikle bazı sivil toplum örgütlerinin tepkimelerine neden
olmuştur. Bunun sonucu olarak kaynakların kendini toparlayabilmesine olanak
yaratmak ve endüstriyel balıkçı kesiminin aşırı avcılığına önlem alınabilmesi
için kampanyalar başlatarak merkezi otoriteye avcılığı düzenleyen tebliğin
koruyuculuk özelliğine kavuşturulması hususunda yaklaşımları yoğunlaşmıştır.
Sivil toplum kuruluşları merkezi otoritenin uygulamalarını radikalleştirmesi
yönünde destek vermişlerdir. Nitekim son avcılığı düzenleyen tebliğ bunun somut
meyvesi olmuştur.
Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı Balıkçılık ve Su ürünleri Genel Müdürlüğü Su ürünleri
Avcılığını Düzenleyen 2012 yılındaki Tebliğinde bazı konularda yeterlilik gösteremese
bile endüstriyel balıkçı kesimi hiç alışık olmadığı bir şekilde ilk kez
kendilerini disiplin altına almaya yönelik bir tablo ile karşı karşıya
kalmışlardır.
Gırgır ile yapılan
avcılıklarda derinliğin aslında en az 50 metre olması gereken uygulamanın 24
metre olarak bile olsa tebliğde yer alması gırgır balıkçısını hoşnutsuzluğa ve
isyankârlığaitelemiştir. Oysa av yasakları konusunda
alınan kararların daha çok kaynak koruyucu olmaya ve haliyle çok daha katı
müeyyidelere gereksinimi vardı. Hal böyle olmakla beraber endüstriyel balıkçı
kesiminin kendilerini etik açıdan hiç sorgulamamaları endişe veridir. Kendi
aralarında bir öz eleştiride bulunmamaları noksanlıkları olarak dikkati
çekmektedir.
Stokların ve haliyle
ülke balıkçılığının çöküşünde uyguladıkları vahşi avcılığı sorgulamaya bir türlü
yanaşmamaları onların bir zafiyeti olarak karşımıza çıkmaktadır. Hal böyle
olduğu içindir ki Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğünün sınırlı oranda
bile olsa aldığı kaynak koruyucu önlemler bu kesimde adeta şaşkınlık
yaratmıştır.
Balıkçılık ve Su
Ürünleri Genel Müdürlüğü balıkçılık ile ilgili olarak ne kadar sağlıklı
kararlar almış olsa bile şayet balıkçılık sektörü bir bütün olarak bu kurallara
uymadığı takdirde ülke balıkçılığının düzlüğe çıkması olası değildir. Haliyle
böyle bir oluşumun merkezi otoritenin olası başarısını somutluktan arındıran
bir gelişme olarak karşımıza çıkacağı kuşkusuzdur.
Avcılığı düzenleyen
Tebliğin bu haliyle yayımlanmasında merkezi otoritenin geçmişten kendisine ders
çıkardığı kuşkusuzdur. Bu arada akademik kuruluşların, basının, STK’ların sucul
kaynakların korunmasında ortaya koydukları sağlıklı ve ödün vermeyen tavrı hiç
kuşkusuz merkezi otoritenin elini güçlendirmesinde ve tutukluk yapmamasında
etkili olduğunu söylemek abartı olmamalıdır.
Doğaya
ve Bilimcilere Saygı Esas Olmalıdır
Yeryüzüne insan olarak
gelmiş her bireyin insana olduğu kadar tüm doğaya dadeğer verme sorumluluğu
vardır. Bu nedenle kamuoyu ve balıkçılık sektörü balıkçılık bilimcilerinin
önerilerine saygılı olma durumundadırlar. Toplum ve balıkçılık sektörünün avcı
kesimi de balıkların üreme sürecini kapsayan yaşam dilimine en azından
eylemleriyle saygılı olmak zorundadırlar. Hiç bir
bireyin kendini deniz etiği kavramından soyutlama hakkı yoktur ve olmamalıdır da.
Denize saygı, denizin
nimetlerine saygı, bir yerde Yaradan’a ve onun kurduğu muhteşem doğal düzene
saygı anlamını taşır. İnsanoğlunun doğaya olan saygısı sonuç itibariyle
kendisine kazanç, aksine bir durum insanoğluna verimsizlik ve yokluk olarak
geri döner.
Ülke
Yöneticilerinin Evrensel Yükümlülüğü
Yeryüzünde doğadaki tüm
canlı kaynakların verimliliğini sürdürülebilir şekilde düzenlemek, kararlar
almak ve uygulatmak ülke yöneticilerinin göz ardı edilemeyecek temel görevidir.
Özellikle insanların gıdasını teşkil eden öncelikli sucul canlıların da
nüfusunu dengelemek ve onların sürdürülebilir olmasını sağlamak da yükümlülüklerinin
bir parçasıdır.
Yönetimler kadar
tüm bireylerin de doğaya karşı mutlak evrensel bir sorumlulukları vardır ve
kendilerini bu yükümlülükten soyutlama hakları da bulunmamaktadır. Dolayısıyla
benzer şekilde balıkçıların da kaynak koruma konusunda alınan önlemlere karşı
mazeret üretme durumları kesin olarak söz konusu olamaz ve olmamalıdır.
Balıkçılığımızda kaynak koruma kavramı ile ilgili olarak alınan kararlara
uyulmasında avcı kesimi ne yazık ki vicdan muhasebesinden ziyadesiyle yoksun
bir tablo sergilemiştir. Oysa tüm dinlerin doğanın sürdürülebilirliği ve
canlıların korunmasının önemi konusunu işleyen ortak yanları vardır. Tüm
canlılar genetik miras olarak doğanın olağanüstü düzeydeki akıl oluşumuna sahip
insanlara teslim edilen kutsal emanetlerdir. Hal böyle olmakla beraber
teknolojinin tavan yaptığı ve halen yaşadığımız süreçte yeryüzündeki gen
kaynakları çeşitliliği gitgide azalma sürecine girmiştir. Bunun sonucu olarak
uluslararası düzeyde korumaya ve dolayısıyla kırmızı listeye alınan canlı
türleri artmıştır.
Sucul
Canlılarda Doğum Kontrolüne Son Verilmelidir
Bilimcilerin
canlılarının üremeleri, üreme organlarının geçirdiği evrimi, canlının ilk
eşeysel olgunluğa cinsiyet, boy, ağırlık ve yaş olarak ne zaman ulaştığını,
hangi zaman diliminde üreme fonksiyonelliğinin hayatiyet kazandığı üzerinde
uygulamalı araştırma konularında sektörel çerçevede yaptıkları
bilgilendirmeler, uyarılar boşlukta kalmaktadır. Bu da özellikle endüstriyel
balıkçılık kesiminin işlerine gelmediği yerde bilime es geçme görüntüsü olarak
sahnede yer almasından başka bir şey değildir.
Diğer taraftan Türkiye
denizlerinde yaşayan tüm canlılara karşı çok şiddetli ve acımasızca uygulanan
vahşi bir doğum kontrolü vardır. Balıkların eşeysel olgunluğa gelmesine bile
fırsat tanımazcasına sürdürülen avcılıklar haliyle balık nüfuslarının dibe
vurmasına neden olmuştur. Bu da doğal olarak toplumun besin güvenliğini
tehlikeye düşürmektedir.
Zeytin Dalı ve Hamilik
Denizlerimizde yaşayan
tüm canlılar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Diğer bir ifade ile bu
canlıların sahibi devlettir. Ülke olarak uygulamada balıklara neslini idame
ettirebilmek için üreme şansı verilmeyen bir süreçten geçilmekte. Bu olumsuz
süreçtesucul canlı kaynaklarımızın geleceğini gün ışığına çıkarmak için
özellikle merkezi otoritenin sucul kaynaklara kol kanat germesindeki hamiliğini
yoğunlaştırmaya gereksinim duyulmakta. Daha açık tanımlamayla merkezi
otoriteden beklenen sorumlu balıkçı kavramından kendisini soyutlayanlara yasa
ve tebliğin öngördüğü hususların konumuna göre ağır para cezası, hapis, tekneye
el koyma, ruhsat iptali ve meslekten men etme gibi caydırıcılık özelliği olan
revize edilmiş hükümleri seri olarak yaşama geçirtmesidir. Ama bu tek başına
yeterli değildir, bu hamiliğe balıkçılık sektörü de bir bütünleştirici paydaş
olarak katılmak zorundadır. Bir atasözümüzü yol gösterici olarak benimsemek
gerekli. Ne demişler “Bir elin nesi var iki elin sesi var.” O zaman onun
yaratacağı güzellik bir bütünsellik içerisinde yaşanır. Aksine bir durum
varsayımsal olarak söz konusu olduğunda yine atalarımız ne demişler “Ya bu deveyi
güdersin, ya bu diyardan gidersin”. En iyi çare bu deveyi güdermek olsa gerek.
Bahara girmeye
hazırlandığımız şu günlerde elbirliğinle “Sucul Dünya” canlılarına bir zeytin
dalı uzatmak! Ardından onların denizlerimizde, göllerimizde, nehirlerimizdeki
düğünlerine tanıklık yapmak! Milyonlarca, milyarlarca yüreği dünyamıza “Hoş
geldiniz” sözcükleriyle karşılamak. “Deniz Türküsü” adlı şiirinde “Betine
bereketine kurban olduğum” diyen şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun mutluluğunu
yaşamak ve yaşatmak.
Bu yazılanlar hiç
kuşkunuz olmasın bir düş değildir. Niyetin varsa gerçeğin ta kendisidir.
(Vira/Deniz
Kültürü ve Haber-Yorum Dergisi/ Yıl 8/ Sayı 79 / Sayfa 48-52 /Mayıs 2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder