22 Ekim 2018 Pazartesi

Nezih BİLECİK


SUCUL DÜNYA CANLILARINA HAMİ OLMAK

Devlet yöneticilerinin, siyasetçilerin ve toplumun pek farkına varamadığı bir olumsuzluğu ülke olarak balıkçılık uygulamalarında yaşamaktayız
. Türkiye’de balıkçı kesimi ekonomik açıdan göz ardı edilemeyecek bir çöküntü yaşamaktadır. Balıkçılar kendi arasında sonuçları sağlıklı olmayan farklı iki kutba ayrılmış vaziyettedir. Bir yanda sayıca az fakat üretimi yüksek olan endüstriyel balıkçı kesimi, diğer tarafta sayıca yoğun üretimi sınırlı ve ekmek parasını çıkarmaya çalışan geleneksel kıyı balıkçılığı temsilcileri. Hangi grubu temsil ederse etsinler ortada sürekli yakınan genel bir balıkçı kesimi. Nedeni ise balık avcılıklarının filo fazlalığı, kaçak ve usulsüz avcılığın önünün alınamaması nedeniyle artık ekonomik olmaktan tamamen uzaklaşmasıdır. Av mevsimleri hatalı uygulamalar sonucu kısalmıştır, piyasaya sürülen balıklar ideal pazarlama boylarının çok altında olduğu için ekonomik ederleri düşmüştür. Ülkesel boyutta balıkçı başına GSMH’ya katkı azalmıştır.
Olumsuzluğun Nedenleri
Bu olumsuzluğun temel nedenlerini belirlemeye çalıştığımızda en önemli etmenin tüm siyasi partilerimizin özde bir balıkçılık politikasına gereksinim duymamış olmalarıdır. Deniz bilimi, deniz biyolojisi, balıkçılık bilimi bütünselliğine sahip tek parlamenterin bile 21. yüzyılda TBMM çatısı altında bulunmaması bunun somut bir göstergesidir. Oysa dünyamızın diğer adı “Okyanus Gezegeni”dir ve ülkemiz de bir yarımada konumundadır. Gözden kaçırılan bu noktayı çok geç de olsa tüm siyasi partilerin ve liderlerinin dikkate almaları bir gerekliliktir.
Ülke olarak yapılan diğer temel yanlışlık ise balıkçılığın tarım sektörü bünyesinde bulundurulmasıdır. Oysa balıkçılık bağımsız bir sektördür. Nitekim üyesi olmak için kapısında beklediğimiz AB’nin birbirlerinden bağımsız hem “Ortak Tarım Politikası” hem de “Ortak Balıkçılık Politikası” bulunmaktadır. AB bünyesindeki Ortak Balıkçılık Politikası 1983 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu politikanın esası hem balıkçılığa hem de AB entegrasyonunu etkileyen yasal, politik, ekonomik, sosyal ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonunu yaratmaktır. Bu birliğin balıkçılık konumundaki başlıca amacı stoklarla balıkçılık arasında sürdürülebilir bir denge kurulmasına yardımcı olmak, balıkçıların geçim kaynağının garanti altına alınması ve geleneksel olarak balıkçılığa bağlı yörelerin canlandırılması, balıkçılık sektöründe rekabeti yerleştirmek ve ekonomik bir iş kolu geliştirmek, balıkçılık ve yetiştiricilik ürünlerinin teminini ve değerini arttırmak, tüketici ve işleme sanayine kabul edilebilir fiyat ve kalitede ürün sağlanmasıdır.  
AB’nin Ortak Balıkçılık Politikasında öncelikli olarak ön gördüğü temel husus, stoklarla balıkçılık arasında sürdürülebilir bir dengenin sağlanmasıdır. Oysa ülkemizde balıkçılığımızın çökmesinin temel nedeni öngörülen bu hususun uzun yıllardır sağlanamaması olmuştur. Endüstriyel balıkçılıkta sürdürülen aşırı avcılığın yanı sıra yasa dışı avcılık ile usulsüz avcılıklar da olumsuzluğun katmerleşmesinin diğer bir nedenini teşkil etmiştir.

Sivil Toplum Kuruluşlarının Ortak Tavrı

Bu olumsuz gelişmeler ve vahşi avcılık özellikle bazı sivil toplum örgütlerinin tepkimelerine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak kaynakların kendini toparlayabilmesine olanak yaratmak ve endüstriyel balıkçı kesiminin aşırı avcılığına önlem alınabilmesi için kampanyalar başlatarak merkezi otoriteye avcılığı düzenleyen tebliğin koruyuculuk özelliğine kavuşturulması hususunda yaklaşımları yoğunlaşmıştır. Sivil toplum kuruluşları merkezi otoritenin uygulamalarını radikalleştirmesi yönünde destek vermişlerdir. Nitekim son avcılığı düzenleyen tebliğ bunun somut meyvesi olmuştur. 
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Balıkçılık ve Su ürünleri Genel Müdürlüğü Su ürünleri Avcılığını Düzenleyen 2012 yılındaki Tebliğinde bazı konularda yeterlilik gösteremese bile endüstriyel balıkçı kesimi hiç alışık olmadığı bir şekilde ilk kez kendilerini disiplin altına almaya yönelik bir tablo ile karşı karşıya kalmışlardır.
Gırgır ile yapılan avcılıklarda derinliğin aslında en az 50 metre olması gereken uygulamanın 24 metre olarak bile olsa tebliğde yer alması gırgır balıkçısını hoşnutsuzluğa ve isyankârlığaitelemiştir. Oysa av yasakları konusunda alınan kararların daha çok kaynak koruyucu olmaya ve haliyle çok daha katı müeyyidelere gereksinimi vardı. Hal böyle olmakla beraber endüstriyel balıkçı kesiminin kendilerini etik açıdan hiç sorgulamamaları endişe veridir. Kendi aralarında bir öz eleştiride bulunmamaları noksanlıkları olarak dikkati çekmektedir.
Stokların ve haliyle ülke balıkçılığının çöküşünde uyguladıkları vahşi avcılığı sorgulamaya bir türlü yanaşmamaları onların bir zafiyeti olarak karşımıza çıkmaktadır. Hal böyle olduğu içindir ki Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğünün sınırlı oranda bile olsa aldığı kaynak koruyucu önlemler bu kesimde adeta şaşkınlık yaratmıştır.
Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü balıkçılık ile ilgili olarak ne kadar sağlıklı kararlar almış olsa bile şayet balıkçılık sektörü bir bütün olarak bu kurallara uymadığı takdirde ülke balıkçılığının düzlüğe çıkması olası değildir. Haliyle böyle bir oluşumun merkezi otoritenin olası başarısını somutluktan arındıran bir gelişme olarak karşımıza çıkacağı kuşkusuzdur.
Avcılığı düzenleyen Tebliğin bu haliyle yayımlanmasında merkezi otoritenin geçmişten kendisine ders çıkardığı kuşkusuzdur. Bu arada akademik kuruluşların, basının, STK’ların sucul kaynakların korunmasında ortaya koydukları sağlıklı ve ödün vermeyen tavrı hiç kuşkusuz merkezi otoritenin elini güçlendirmesinde ve tutukluk yapmamasında etkili olduğunu söylemek abartı olmamalıdır.
Doğaya ve Bilimcilere Saygı Esas Olmalıdır
Yeryüzüne insan olarak gelmiş her bireyin insana olduğu kadar tüm doğaya dadeğer verme sorumluluğu vardır. Bu nedenle kamuoyu ve balıkçılık sektörü balıkçılık bilimcilerinin önerilerine saygılı olma durumundadırlar. Toplum ve balıkçılık sektörünün avcı kesimi de balıkların üreme sürecini kapsayan yaşam dilimine en azından eylemleriyle saygılı olmak zorundadırlar. Hiç bir bireyin kendini deniz etiği kavramından soyutlama hakkı yoktur ve olmamalıdır da.
Denize saygı, denizin nimetlerine saygı, bir yerde Yaradan’a ve onun kurduğu muhteşem doğal düzene saygı anlamını taşır. İnsanoğlunun doğaya olan saygısı sonuç itibariyle kendisine kazanç, aksine bir durum insanoğluna verimsizlik ve yokluk olarak geri döner.
Ülke Yöneticilerinin Evrensel Yükümlülüğü
Yeryüzünde doğadaki tüm canlı kaynakların verimliliğini sürdürülebilir şekilde düzenlemek, kararlar almak ve uygulatmak ülke yöneticilerinin göz ardı edilemeyecek temel görevidir. Özellikle insanların gıdasını teşkil eden öncelikli sucul canlıların da nüfusunu dengelemek ve onların sürdürülebilir olmasını sağlamak da yükümlülüklerinin bir parçasıdır. 
Yönetimler kadar tüm bireylerin de doğaya karşı mutlak evrensel bir sorumlulukları vardır ve kendilerini bu yükümlülükten soyutlama hakları da bulunmamaktadır. Dolayısıyla benzer şekilde balıkçıların da kaynak koruma konusunda alınan önlemlere karşı mazeret üretme durumları kesin olarak söz konusu olamaz ve olmamalıdır. Balıkçılığımızda kaynak koruma kavramı ile ilgili olarak alınan kararlara uyulmasında avcı kesimi ne yazık ki vicdan muhasebesinden ziyadesiyle yoksun bir tablo sergilemiştir. Oysa tüm dinlerin doğanın sürdürülebilirliği ve canlıların korunmasının önemi konusunu işleyen ortak yanları vardır. Tüm canlılar genetik miras olarak doğanın olağanüstü düzeydeki akıl oluşumuna sahip insanlara teslim edilen kutsal emanetlerdir. Hal böyle olmakla beraber teknolojinin tavan yaptığı ve halen yaşadığımız süreçte yeryüzündeki gen kaynakları çeşitliliği gitgide azalma sürecine girmiştir. Bunun sonucu olarak uluslararası düzeyde korumaya ve dolayısıyla kırmızı listeye alınan canlı türleri artmıştır.

Sucul Canlılarda Doğum Kontrolüne Son Verilmelidir

Bilimcilerin canlılarının üremeleri, üreme organlarının geçirdiği evrimi, canlının ilk eşeysel olgunluğa cinsiyet, boy, ağırlık ve yaş olarak ne zaman ulaştığını, hangi zaman diliminde üreme fonksiyonelliğinin hayatiyet kazandığı üzerinde uygulamalı araştırma konularında sektörel çerçevede yaptıkları bilgilendirmeler, uyarılar boşlukta kalmaktadır. Bu da özellikle endüstriyel balıkçılık kesiminin işlerine gelmediği yerde bilime es geçme görüntüsü olarak sahnede yer almasından başka bir şey değildir.

Diğer taraftan Türkiye denizlerinde yaşayan tüm canlılara karşı çok şiddetli ve acımasızca uygulanan vahşi bir doğum kontrolü vardır. Balıkların eşeysel olgunluğa gelmesine bile fırsat tanımazcasına sürdürülen avcılıklar haliyle balık nüfuslarının dibe vurmasına neden olmuştur. Bu da doğal olarak toplumun besin güvenliğini tehlikeye düşürmektedir.
Zeytin Dalı ve Hamilik
Denizlerimizde yaşayan tüm canlılar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Diğer bir ifade ile bu canlıların sahibi devlettir. Ülke olarak uygulamada balıklara neslini idame ettirebilmek için üreme şansı verilmeyen bir süreçten geçilmekte. Bu olumsuz süreçtesucul canlı kaynaklarımızın geleceğini gün ışığına çıkarmak için özellikle merkezi otoritenin sucul kaynaklara kol kanat germesindeki hamiliğini yoğunlaştırmaya gereksinim duyulmakta. Daha açık tanımlamayla merkezi otoriteden beklenen sorumlu balıkçı kavramından kendisini soyutlayanlara yasa ve tebliğin öngördüğü hususların konumuna göre ağır para cezası, hapis, tekneye el koyma, ruhsat iptali ve meslekten men etme gibi caydırıcılık özelliği olan revize edilmiş hükümleri seri olarak yaşama geçirtmesidir. Ama bu tek başına yeterli değildir, bu hamiliğe balıkçılık sektörü de bir bütünleştirici paydaş olarak katılmak zorundadır. Bir atasözümüzü yol gösterici olarak benimsemek gerekli. Ne demişler “Bir elin nesi var iki elin sesi var.” O zaman onun yaratacağı güzellik bir bütünsellik içerisinde yaşanır. Aksine bir durum varsayımsal olarak söz konusu olduğunda yine atalarımız ne demişler “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin”. En iyi çare bu deveyi güdermek olsa gerek.
Bahara girmeye hazırlandığımız şu günlerde elbirliğinle “Sucul Dünya” canlılarına bir zeytin dalı uzatmak! Ardından onların denizlerimizde, göllerimizde, nehirlerimizdeki düğünlerine tanıklık yapmak! Milyonlarca, milyarlarca yüreği dünyamıza “Hoş geldiniz” sözcükleriyle karşılamak. “Deniz Türküsü” adlı şiirinde “Betine bereketine kurban olduğum” diyen şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun mutluluğunu yaşamak ve yaşatmak.
Bu yazılanlar hiç kuşkunuz olmasın bir düş değildir. Niyetin varsa gerçeğin ta kendisidir.  

(Vira/Deniz Kültürü ve Haber-Yorum Dergisi/ Yıl 8/ Sayı 79 / Sayfa 48-52 /Mayıs 2013)


Hiç yorum yok:

Bu Blogda Ara